30 Eylül 2009 Çarşamba

Girl Effect

Türkiye'de de bu tarz kampanyalara önem verilmeli. Horizon İnteraktif Ödülleri'nde En İyi Sosyal Yardımlaşma Sitesi Ödülü alan çok yerinde bir kampanya. Metin yazarlığı ve fon müziği çok çok iyi...

Girl Effect

5 Eylül 2009 Cumartesi

Ben Kimim?

İsim Ufuk Yasin Yurtbil.

İnşaat Mühendisliği okumuş, bir de yanında Kıyı ve Liman Mühendisi olmasına az buçuk kalmış, mühendislik eğitimi almış aklı bir karış havada bir yazarcık...
Hem yazar, hem mühendis...
İkisi de...
Ayrı ayrı değil...
İkisi birden...
Kendince anlatmak istediği şeyler var...
Gerçek mi? Hayal mi? Düş mü?
Bilemiyorum...
Düşlerden gerçeğe...

9 Ağustos 2009 Pazar

Maket Uçak

Küçük çocuk yerinde duramıyordu. Çok heyecanlı olduğu her halinden belliydi. Nasıl heyecanlı olmasın belki de hayatında ilk defa uçağa binecekti. Üzerinde renkli renkli ayıcıklar olan bir t-shirt giymişti. Kafasına da koyu yeşil bir balıkçı şapkası takmıştı. Ayağında lastik ayakkabıları ile annesinin yanında oturmuş ayaklarını sallıyordu. Sıkılmaya başladığını anlamıştım. Oğlunun sıkılmaya başladığını anlayan annesi çantasının içinden bir şeyler çıkarmak için eğildi. Muhtemelen oğluna oyuncak arıyordu.
Çok narin yüzlü bir kadındı çocuğun annesi. Yeşil gözlerinin de etkisiyle masum bir güzelliği vardı. 30’lu yaşlarının ortalarında gösteriyordu. İstem dışı yüzük parmağına kaydı gözüm. Parmağında yüzük göremeyince demek ki eşinden ayrılmış diye düşündüm. Hangi sebeple ayrılmış olabileceklerini düşündüm kısa bir an için. Sonra vazgeçtim sorgulamaktan. Son zamanlarda bu tarz empatiler kurmaya çalışmaktan sıkılmaya başlamıştım.
Ben kendi kendime kadının neden kocasından ayrılmış olabileceğini düşünürken ufaklık oturduğu koltuktan ani bir hareketle kalktı ve koşmaya başladı. Çantasında oyuncak arayan annesi oğluna seslendi hemen: Oğlum yavaş! Ama küçük bey annesini hiç dinlemeden koşmaya devam etti. Muzurca bir gülümsemeyle koşuyordu. O koşarken uçaklarının kalkmasını bekleyen yolcular ona bakarak gülümsemeye başladı. Ufak bir çocuğun gülümseyerek koşmasının etrafında nasıl bir pozitif enerji yarattığını görmek çok hoştu. Etrafının ilgisini toplamış olduğunu anlayınca şımarmaya başladı hemen. Herkesin “Aman da aman ne kadar tatlı şeysin sen öyle” vb. sözleri annesinin de yüzünün gülmesine sebep oldu. Çocuk gerçekten çok tatlıydı. Koşarken düşmesin diye şapkasını da tutmaya çalışıyordu ve bundan dolayı dengesini sağlamakta zorlanıyor paytak paytak koşuyordu.
Koşarken annesine bakmak için arkasını döndü ama tam o sırada, bavullarıyla iyi giyinimli orta yaşlı bir adam çocuğun önünden geçiyordu. İkisi de birbirlerini göremediler ve çarpıştılar. Ufak çocuk yere düşmüştü. O an onu izleyen birkaç kişi çocuğa yardım etmek için koşmuştu. Ben de eşyalarımı oturduğum yerde bırakarak koşmaya başlamıştım. Bu sevimli çocuğa birşey olmasını istemiyordum. En önden de çocuğun annesi koşuyordu korku içinde bağırarak: Doruk, oğlum!
Çocuğun yanına vardığımızda hiçbirşeyi olmadığını görmek bizi çok sevindirmişti. Yaramaz çocuk muzur muzur çarpıştığı adama bakıyordu yattığı yerde. Annesinin kucağına almasıyla hepimiz derin bir soluk almıştık. Çarpıştığı adam çocuktan ve annesinden özür dilerken insanlar da oturdukları koltuklarına geri dönmeye başlamıştı. Ben hala çocuğun, annesinin ve çarpıştığı adamın yanındaydım.
“İyisiniz değil mi?” diye sordum çocuğun annesine. “Evet evet her şey yolunda teşekkürler ilginiz için” diye cevap verdi bana.
Bu sırada orta yaşlı adam bavulundan bir uçak maketi çıkardı ve çocuğa doğru uzattı. Bu orta büyüklükte bir Türk Hava Yolları uçağı maketiydi. Çocuk bundan o kadar mutlu olmuştu ki havalara zıplamaya başladı. Annesinin bu durumda gözü dolmuştu. Yutkunarak konuşarak şunları söyledi: “.Çok teşekkür ederim size. Eşimi 1 sene önce kaybettim. Oğlum babasına hayrandı. Eşim de uçakları çok severdi. Oğluna sürekli oyuncak uçaklar alırdı. En sevdiği uçağını evde unutmuşuz havalimanına gelmeden önce. Sizin verdiğiniz uçağa da çok benziyordu.”
Çok duygulanmıştım. Orta yaşlı adam da aynı şekilde duygulanmıştı. Birbirlerine veda ederek ayrıldılar. Ben ise olduğum yere çakılı kalmıştım.Bir sevinçten zıplayan çocuğa, bir annesine bir de giden adama bakıyordum. O ufak çocuğun bir gün büyüyüp bu çarpıştığı adam ile aynı mesleği yapacak olacağını nereden bilebilirdim. Ufak çocuk ileride çok başarılı bir uçak pilotu olacaktı…

25 Haziran 2009 Perşembe

THY Konkur

Belki haberiniz vardır belki yoktur, Türk Hava Yolları dijital ajansını seçmek için bir yarışma(konkur) düzenledi. Seçilen belli başlı dijital ajanslara çeşitli sosyal ağlarda(blogspot, facebook, twitter vb.) saklanmış ipuçlarını izleyerek Türk Hava Yolları'nın beklentilerini belirten powerpoint dosyasına internet üzerinden ulaşmaları ve bu doğrulta projelelerini Türk Hava Yolları'na sunmaları söylendi.

Ajanslar ipuçlarını takip ederek briefing'e ulaştılar ve çalışmalar başladı. Çok başarılı bir ajans seçme yöntemi öyle değil mi? Türk Hava Yolları farkında olmadan Türkiye'deki reklam ajanslarının bundan sonraki yaşamlarını kökten değiştirmiş olabilir...

Konkur ile ilgili detayları ve olan bitenleri Voden Dijital Ajansı'nın www.thykonkur.com adresinden takip edebilirsiniz...

21 Haziran 2009 Pazar

Son Durum

Bu aralar sinema eleştirilerine biraz ağırlık verdiğimi görüyorum. Doğruyu söylemek gerekirse blog ile ilgili gelmek istediğim seviyenin çok gerisindeyim. Hikayelerin ve sinema eleştirilerinin sayısını arttırmak ve köşe yazısı denemelerini yoğunlaştırmak istiyorum.

Uzun zamandır kafamda dönen tilkiler artık gün yüzüne çıkmaya başladı. Yapmak istediğim ne çok şey olduğunu gördükçe kendime haksızlık ettiğimi düşünüyorum. Hiç kimse bu kadar farklı dallarda işlere el atamaz. Nedir yapmak istediklerim?

-Bir inşaat mühendisi olduğumdan dolayı mesleğimde ilerlemek. Aynı zamanda devam eden yüksek lisans programımın sonuçlanmasıylaa elde edeceğim Kıyı ve Liman Mühendisliği ünvanı ile bu konuda tecrübe kazanmak, yol katetmek. Bu iki yolda da gelmek istediğim noktaya ulaşmam son derece mümkün. Sıkı çalışmak ve biraz fedakarlık bu yollarda başarılı olmamı sağlayabilir.

- Yazmak. Sadece yazmak. Hikaye olur, eleştiri olur, denemeler olur, hatta roman olur. Sadece yazmak. Düşüncelerimi kağıda dökmek.

-Okumak. Okuyabildiğim kadar çok şey okumak. Dünyada varolan türlü türlü şeyden az çok anlamak. Bilgi hazinesi ile dolmak. Evet bunu istiyorum.

-Öğrenmek. Mesela dil öğrenmek. Kafayı fransızca ile bozdum bu aralar. İnternetten ne bulursam indiriyorum. Lise yıllarından kalmış az buçuk fransızca temelimin üzerindeki tozları silkeleyip gün yüzüne çıkarma amacındayım. Bilmediğim, anlamadığım bilgisayar programlarını iyice geliştirmek. MS Project bilgimi daha yükseğe çekmek, Photoshop öğrenmek, C#'ı geliştirmek, AutoCAD konusunda uzmanlaşmak. Şimdilik öğrenmek istediğim şeyleri oluşturuyor.

-Gezmek. Farklı farklı yerlere gitmek. Türlü türlü insanla tanışıp dünyanın sadece kendi etrafımda olup bitenlerden oluşmadığını görmek. Atlas dergisinin bu ay verdiği Tatil Atlası ile başka başka yerlere gidiyorum sürekli... Ah ne hoş...

-Mutlu Yaşam. Daha önceleri mutlu yaşamak ile ilgili yapılması gerekenleri blog'da yayınlamıştım. Sanırım açıp tekrardan onları kurcalama vaktim geldi.

Yapılması gereken ne çok şey var... Bir yerden başlamak gerekiyor...

8 Haziran 2009 Pazartesi

Eleştirel-Terminator Salvation


Terminator 1 ve özellikle Terminator 2, James Cameron'ın muhteşem yönetmenliği ve senaryosu ile kült film olmaya hak kazanmış yapımlardır. Terminator 3 bol aksiyonlu, Arnold soslu bir Terminator'un etinden sütünden yararlanma projesi olarak vasatın üstüne çıkamamıştır. Terminator Salvation'un ilk teaser'larını izlediğimde Christian Bale'ın John Connor rolü için çok iyi bir seçim olduğunu düşünmüştüm. Teaser'lar görselliği yüksek ve kaliteli bir yapımın habercisiydi. Fragmanlar da heyecanımı arttırmış beklentim yükselmişti. Bu sefer olacaktı, iyi bir Terminator devam filmi izleyecebilecektim ama filmi izlememle birlikte hevesim kursağımda kaldı.

Terminator Salvation bol aksiyonlu, senaryosuz, oyuncusuz, müziksiz zayıf bir Terminator filmi. Yapımın Terminator serisinin bir parçası olduğu fikrinden kendimizi sıyırırsak da ortalamanın biraz üstü bir bilimkurgu filmi olduğunu söyleyebiliriz. Ama benim beklentilerim kesinlikle karşılanamadı.

Christion Bale kendini hala Dark Knight filminin setinde sanıyor olmalı. Film boyunca kısık sesle konuşmaları, hareketsiz yüzü ve donuk bakışları ile kostümünü evde unutmuş Batman izlenimi uyandırdı bende. Oyunculuğunu her zaman sevdiğim Bale'ın bu durumu acaba rolü isteksizce mi kabul etti sorusunu akıllara getirebilir. Ayrıca filmin çekimleri sırasında görüntü yönetmeni ile tartışmaları da basına yansımıştı. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz...

Sam Worthington ise filmin yükselen yıldızı diyebiliriz. Film boyunca seyirciye en yakın karakter olarak karşımıza çıkıyor. Gelecek yıllarda onu daha çok izleme fırsatı bulabileceğimizi düşünüyorum.

McG, Charlie's Angels ile ne kadar başarılı(!!) bir yönetmen olduğunu hepimize göstermişti. Terminator Salvation'da senaryonun zayıflığı iyi bir yönetmenlikle belki kapatılabilirdi ama ne yazık ki bu pek gerçekleşememiş. Senaryo o kadar basit ve klişe dolu ki film arası olduğunda filmin sonunu birçok detayına kadar tahmin etmek mümkün. (Ben yaptım, siz de yapın) Bunun yanına kötü oyunculuk ve kötü yönetmenliği ekleyince ortaya Altın Ahududu'ya aday olacak kadar olmasa da kötü bir yapım çıkmış.

Görsel efektler X-Men Origins: Wolverine seviyesinde(ya da seviyesizliğinde) değildi ama çok da iyi olduğunu söyleyemeyiz.

Filmin senaryosundaki bazı noktaların Matrix serisi ile birçok benzerlikler taşıyor olması acaba "Hollywood filmlerinde senaryo yazma programı" (aka. Senaryomatik) gibi bir bilgisayar programı mı var diye düşünmeme sebep oldu.

Yakın zamanda bir Star Trek keyfi yaşamış bünyem yeni bir bilimkurgu filmi izlerken ister istemez çıtayı yükseğe çekmiş durumda. Bundan ilk gazabını alan da Terminator oluyor...

-I'll be back!
-Please don't!

5/10

Bir çift sözüm de Maltepe Carrefour AFM yetkililerine; Filmin başlangıç saatinden itibaren 15 dakika reklam verdikten sonra sadece bir adet film fragmanı gösterip filmi başlatmak, film arasında yine 10 dakika reklam verip bir fragman daha göstermek gibi uygulamaları devam ettirdiğiniz sürece çok izleyici kaybedersiniz benden söylemesi. Evet sinema televizyondan farklıdır. Eğer sinemaya gidiyorsanız reklam izlemek zorundasınız kanal değiştirme şansınız yok. Ama bu da 15 dakika aralıksız reklam verebilirsiniz demek değildir sayın yetkililer...

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Tek Cümle

Hayatımızı etrafımızdaki insanların dediklerini yapmaya çalışarak geçirirsek, o yaşadığımız kendi hayatımız olmaz, başkalarının bizim yaşamamızı istediği hayat olur...

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Eleştirel- Star Trek


Ben bir Star Trek manyağı değilim. Karakterleri ve hikayeyi az çok biliyorum ama Star Trek'e kesinlikle hakim değilim. O yüzden ciddi Star Trek hayranlarını çok da doyuracak bir yazı yazamayacağım. Sade vatandaş gözüyle filmi izlemenin tatlı huzuruyla bu eleştirel'i yazıyorum.

J.J. Abrams (Lost, Fringe, Alias gibi dizilerin yapımcısı ve yaratıcısı) Lost ile o kadar büyük bir üne kavuştu ki insanlar onun bir sonraki adımının ne olacağını merak etmeye ve heyecan duymaya başladı. Yaratıcı fikirler üretip, alışılmışın dışına çıkmaya çalışan birisi J.J Abrams.

Star Trek filmi çoook tipik bir J.J. Abrams çalışması. Lost ve Fringe izleyenler müziklerinden tutun, esprileriyle, replikleriyle uzayda geçen bir Lost bölümü izler gibi hissedebilirler.

J.J. Abrams çalışmalarında birçok duyguyu bize yükler. Hiçbir karakter tek taraflı değildir. Star Trek ile bize bu durumu birkez daha gösteriyor. Spock bile film içinde twist'lere sebep olabiliyor.

Star Trek, daha önceki film ve dizilerde görmeye alıştığımız kahramanların gençlik yıllarına ve Atılgan güvertesine çıkma maceralarını anlatıyor. Aksiyon, Drama, Komedi, Bilimkurgu, Gerilim tek başına bir film oluşturabilecek hususlar filmin içine çok iyi bir şekilde dağıtılmış. Bu da film boyunca asla sıkılmamanızı ve filmin hemen her tür film izleyicisine hitap etmesini sağlamış.

Filmin oyuncu kadrosu da son derece kaliteli isimlerden oluşuyor. Chris Pine, kaptan Kirk rolünde çok başarılı bir performans gösteriyor. Heroes'un Syler'ı Zachary Quinto Spock rolü ile Syler'ı geride bırakacak kadar iyi bir görüntü çizmiş. Eric Bana, Karl Urban, Simon Pegg, Zoe Saldana diğer rolleri paylaşmış. Hepsi de vasatın üstünde bir oyunculuk sergileyip karakterlerini perdeye taşımışlar. Oyunculuk anlamında hem casting hem de performans son derece başarılı.

Görsel efektler, makyajlar gayet iyi. Özellikle filmin başlarındaki bar sahnesinde Uhura ve Kirk arasındaki canavarı görünce gülmekten kırılacaksınız.

Dediğim gibi ben Star Trek evreninden pek anlamam. Filmin özüne ne kadar sadık kaldığını ne yazık ki pek bilemiyorum. Yine de ilk filmlere bazı göndermeler yapılmış olduğunu görmek son derece hoştu.

Atılgan'ın güvertesi çizgi filmden fırlamış gibiydi. Belki eleştirilebilecek bir konu bu olabilir. Filmin senaryosuna yedirilen zamanda yolculuk kavramı J.J. Abrams'ın projelerinde görmeye alıştığımız bir durum ama sinema salonunda 2 saatlik bir filmde pat diye bütün olayı çözmek çok da kolay olmuyor.

Star Trek çok iyi projelendirilmiş bir bilimkurgu filmi olarak karşımıza çıkıyor. Kesinlikle izlenmesi gereken bir film. J.J.Abrams'ın bu seriyi devam ettirmesini umuyorum ve heyecanla Lost'un tamamlanıp Kara Kule filminin çalışmalarının başlamasını bekliyorum.

James T. Kirk out!

8/10

Star Trek resmi web sitesi

Star Trek IMDB

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Düşünsel-Lost ve Kara Kule arasındaki benzerlikler


Lost diye bir dizi var izlediniz mi? Tabi ki böyle saçma bir soru sormayacağım. Lost bugün öyle bir noktaya geldi ki popüler kültürün değişmez bir ikonu olarak gösteriliyor. Arkadaş grubu arasında lost muhabbeti açılınca diziyi izlememiş olanlar "Aaaa nasıl izlemezsin ya hiç yakıştıramadım sana. Hemen başla izlemeye" gibi tepkilerle karşılaşabiliyorlar.

Oturup Lost şöyle bir dizi böyle bir dizi diye anlatmak istemiyorum. İzlemiş ya da izlememiş olan herkesin aşağı yukarı dizi hakkında bilgisi var. Bu DüşünSel'de dizi ile ilgili kendi düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Birçok forumda ve internet sitesinde hararetli dönen tartışmalara kendi yorumumu katmak amacındayım. Eğer Lost'a yeni başlamış veya ortalarında iseniz bu yazıyı okurken spoiler içeriği ile karşılaşabileceğinizi söylemeliyim.

-Buradan sonrası Lost ile ilgili spoiler içerir-

Yazının buradan sonraki kısmı 5. sezon 15. bölüm'e kadar olan bölümler ve dizinin geleceği ile ilgili spoiler'lar içerir. Okumak tamamen sizin kararınızdır. Sorumluluk kabul etmiyorum.

Dizinin bütün temelinin Jack olduğunu düşünüyorum. Yazar kadrosu, Lost ile ilgili kafamızdaki soruların %70'inin dizinin ilk plot bölümünde cevaplandığı ama henüz bunu bilmediğimizi söylüyorlar. Bu da benim, Jack bu dizinin asıl kahramanı tezimi doğrular nitelikte çünkü dizinin plot bölümü Jack'in kahramancılık oynamasından ibaret.

Lost tamamen bir paralel evren ve zaman yolculuğu dizisi. Dizi ilk başlarda gerçekçilikten çıkmayacak gibi görünse de Lost'un bir bilimkurgu dizisi olduğu bize çaktırılmadan yedirildi ve biz de bunu kabul ettik. (Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık) Paralel evren ve zamanda yolculuk gibi kavramların bu kadar ustaca kullanıldığı bir roman var. Hatta şu aralar (Ne kadar ilginçtir ki!) J.J. Abrams (Lost'un yapımcısı ve yaratıcısı) bu romanın film haklarını satın aldı. Bu roman Stephan King'in "My masterpiece" dediği 7 kitaplık Kara Kule (The Dark Tower) serisinden başkası değil.

-Buradan sonrası Kara Kule ile ilgili spoiler içerir-

Kısaca Kara Kule'yi anlatmak gerekirse, post nükleer bir dünyada yaşayan son silahşör olan Roland'ın hayatla ilgili tüm sorularının cevaplarının olduğuna inandığı Kara Kule'yi arayış macerası. Hikaye paralel evrenler, zamanda yolculuk gibi kavramları çok enteresan bir dilde anlatır ve 7. kitabın sonunda sizi çoook büyük bir sürpriz bekler. Anlatmak istediğim nokta Kara Kule'nin sonunu da içerdiği için Kara Kule'yi okumamış olanları yazının buradan sonrası için tekrardan uyarmak istiyorum.

Kara Kule'nin Roland'ı her ne kadar karakter olarak çok benzemese de Lost'taki Jack ile birçok açıdan benzerlikler gösterir. İkisi de kadınlar konusunda şanssızdır. İkisi de hayatlarından mutlu değildir. Kendilerine sordukları cevaplanamaz birçok soruları vardır. Mesleklerinde çok başarılıdırlar. Akraba ilişkileri pek de iç açıcı değildir. Sorularına cevap bulmak için etraflarındaki insanları feda edebilirler.

Benim tezim şudur ki; Jack aslında Roland'ın ta kendisi ve Lost adası da Kara Kule'den başka bir yer değil.

J.J Abrams Lost bitmeden Kara Kule ilgili bir çalışma içine girmeyeceklerini söyledi. Lost ile Kara Kule bu kadar benzerlikler taşırken Lost biter bitmez Kara Kule serisinin filmi ya da dizisi için uğraşma kararı alınması sizce de ilginç değil mi?

Bir diğer tezim de şudur ki; Jack bu yaşadıklarını daha önceden de yaşamıştı. Yani 5 sezondur gördüğümüz şeyleri Jack daha önceden de birebir aynen yaşamıştı. Aynı Roland gibi...

Bunu destekleyen şeyler; Pilot bölümdeki Jack'in herşeyi harika bir şekilde kontrol etmesi ve herkesin onu kahraman bir lider gibi görmesi ve buna atıflarda bulunması, adaya sürekli dönmek istemesi, kader beni oraya yönlendiriyor tarzı cümleleri, ada dışında iken son derece mutsuz olması ve adanın ona vereceği herşeyi koşulsuz kabul etmesi. Aynı Roland'ın Kara Kule'yi arayış macerası gibi...

Son söylemek istediğim şey ise dizinin son sahnesi ile ilgili; Dizinin son sahnesi dizinin açılış sahnesi ile aynı olacak. Jack yere uzanmış olan biteni anlamaya çalışıyor. Çünkü kader bir çemberdir ve sürekli döner, döner ve döner...

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Eleştirel- X-Men Origins: Wolverine


Benim için X-Men deyince akar sular durur. Çocukluğumdan beri çizgi romanlarıyla, sinema filmleriyle, çizgi filmleriyle, bilgisayar oyunlarıyla X-Men hayatımın büyük bir parçasını kaplamıştır. Bu eleştirel'i yazarken her ne kadar düz bir sinema izleyicisi gözüyle değerlendirmeye çalışsam da içimdeki çocuk sürekli beni uyardı. Bir X-Men filminden beklentilerim olduğunu bana hatırlattı. Beyazperdede görmek istediğim şeyleri bana anlattı. Peki beklentilerim karşılandı mı?

X-Men Origins: Wolverine, adından da anlaşılabileceği gibi X-Men'lerin en sevilen karakteri olan Wolverine'in bugünkü noktaya nasıl geldiğini anlatıyor. Bu hikaye size de tanıdık geldi mi? (Bkz. Star Wars serisi) Hollywood bunu yapmayı çok seviyor. Bugünlerde en çok seyredilen televizyon dizisi olan Lost'un hemen her bölümünün flashback dolu olmasının altında bazı gerçekler aramalıyız. Geçmişi kurcalamak insanoğlunun doğasında var...

1.60'lık Wolverine karakterini ilk üç X-Men filminde olduğu gibi 1.83'lük Hugh Jackman beyaz perdeye taşıyor. Gözümüz artık ona alıştığı için hiçbir yadırgama hissetmiyoruz. Harry Potter karakteri Daniel Radcliffe'e nasıl yapıştıysa Wolverine de Hugh Jackman'a öyle yapıştı. Başkası oynasa kem küm ederdik. Film boyunca Hugh Jackman da Wolverine karakterinin hakkını veriyor ve iyi bir oyunculuk sergiliyor. Ama ne yazık ki onun bu iyi performansı X-Men Origins: Wolverine filminin vasatın çok altında bir film olmasını engellemiyor.

Yazıya iliştirdiğim fotoğrafa bakıp Wolverine dışındaki karakterler kim diye sorsam kaçınız cevap verebilir? X-Men'le haşır neşir olduğunu iddia eden ben bile çok zorlanarak 1-2 tanesini tanıyabildim. Yan karakterler bu fotoğrafta nasıl tanınmaz halde ise, bütün film boyunca da aynı şekilde hep arka planda yokları oynamışlar. Wolverine'in kardeşi ve ebedi düşmanı Sabretooth filmde en öne çıkan yan karakter olmasına karşın kendisine bir türlü ısınamadım. Umduğum, beklediğim Sabretooth bu değildi.

Filmin yönetmenliği tam bir felaket. Gavin Hood ne yazık ki filmin altından kalkamamış. Bazı sahneler o kadar boş ki kendinizi sahnelere ses, efekt, müzik gibi eklemeler yaparken bulabilirsiniz. Görsel efektlerin hiçbir tutarlılığı yok. Wolverine ve Sabretooth pençeleri ve tırnakları son derece yapmacık. Filmin büyük bölümünün stüdyoda green box (yeşil perde) önünde çekildiği çok rahat anlaşılıyor ve göze batıyor. (Meydan savaşlarını bile stüdyoda çekmişler) Buna karşın patlama ve kovalamaca sahnelerinin görsel efektleri son derece başarılı. Müzikler etkileyicilikten çok uzak. Senaryonun zayıflığı da zaten filmin 15. dakikasında of pof çekmenize sebep oluyor. Yani filmin eksileri saymakla bitmiyor.

X-Men Origins: Wolverine benim için tam bir hayalkırıklığı oldu. Wolverine'in hayatının önceki evrelerini anlatan bu film zamansal olarak kendinden sonra gelen üç filmin de kalitesine ulaşamıyor. En sevdiğim karakterlerden olan Gambit'i görmüş olmam bile bu filmi kurtarmıyor. (Gambit'i de beğenmediğimi belirteyim.) Mümkünse bundan sonra gelecek X-Men Origins serilerini başka bir yönetmen ve senarist grubu çeksin.

Son eklemek istediğim şey; Iron Man gibi harika bir iş çıkarmış olan Marvel Studios'un bu filmde neden görev almadığını buradan yetkililere sormak istiyorum. Sordum gitti!

4/10

X-Men Origins: Wolverine

30 Nisan 2009 Perşembe

Aya Yorgi ve İnançlarımız


Her yılın Nisan ayının 23. günü Büyükada'da bir hareketlilik gözlenir. Bunun nedeni insanların adanın tepesindeki Aya Yorgi Kilisesi'ne gidip dilek dilemeleridir. 23 Nisan'da Aya Yorgi'ye çıkıp mum yakan ve dilek dileyen herkesin dileklerinin kabul olduğuna inanılır. Adaya ayak bastığınızda ve Aya Yorgi'ye doğru ilerlediğinizde daha önceden kiliseye gidip dilek dileyen ve dileklerinin kabul olduğunu söyleyen insanlarla karşılaşırsınız.

İnanışa göre: Kiliseye çıkan 300-400 metrelik patikaya geldiğinizde elinizdeki makaraya sarılı ipi kiliseye çıkana kadar makaradan boşaltırsınız. Tabi bu durumda bütün patika ipliklerle dolup taşar çünkü herkes bu ritüeli tekrarlar. Bu hareketin yapılmasındaki amaç sıkıntılardan, dertlerden kurtulmaktır. Kiliseye vardığınızda dilekleriniz kadar mum alır ve kiliseye gönlünüzden ne koparsa bırakırsınız. Mumları yakar, dileklerinizi dilersiniz. İsterseniz ufak bir kağıda dileklerinizi yazarak kilisede bulunan dilek kutusuna atarsınız. Kiliseyi ufaktan turlar içinizden dua edersiniz. Arada sırada insanların kiliseye değerli eşyalarını bıraktıklarına şahit olursunuz. Ziyaretiniz bittikten sonra eğer dilekleriniz kabul olursa, bir sene sonra Büyükada'ya tekrar uğrar, Aya Yorgi Kilisesi'nin patika yokuşunu çıplak ayak çıkar ve etrafta gördüğünz herkese ikramlar yaparsınız. ( Genelde bu ikramlar kesme şeker ve türevleri şeklindedir.)

Bu inanışa sahip o kadar çok insan olduğunu görmek sizi ilk başta şaşırtır. Özellikle dileklerinin kabul olduğunu söyleyen çok sayıda insan görmeniz sizin de dilek dilemeniz için sizi etkiler. Milli Piyango'nun "Ya Çıkarsa?" diye alınması gibi bir histir bu. Müslümanlar için Hz. İsa'nın bir peygamber ve Hristiyanlığın da Allah tarafından indirilen bir din olduğu düşünülürse burada dua etmenizde ve dilek dilemenizde hiç bir sakınca yoktur. Caizdir :)

Kiliseye çıkan patikada birçok kişi ufak incik boncuklara anlamlar yükleyerek, kilise ziyaretinizde bu incik boncukları taşımanız halinde o dileğinizin gerçekleşeceğini söyler. Araba şeklinde ufak bir demir parçası araba istediğinizi belirtir. Bebek şeklinde bir takı çocuk isteğinizi belirtir. Bu takı ve boncukları birisi adına alıp kiliseye ziyaret eder ve o kişiye hediye olarak verebilirsiniz. Aslında bakarsanız güzel bir hediye. Bu patika boyunca insanların bu tarz şeylere ne kadar da ilgili olduğunu göreceksiniz çünkü boncuklar kapış kapış satılmakta. Evlenmek isteyene, boşanmak isteyene, ev isteyene, araba isteyene, herkese göre bir boncuk mevcut. Kızların başlarını süsleyen papatyadan taçlar da son derece güzel bir görüntü oluşturuyor. Ortam içerisinde herkesin amacı dilek dilemek olduğu için hemen herkesten bir pozitif enerji alıyorsunuz. Bu da yorucu gezinin en güzel taraflarından birisi. Evet kilise ziyareti gerçekten yorucu ama bir o kadar da keyifli.

Benim ilginç bulduğum bir nokta ise, buraya dua etmeye gelen insanların çok büyük bölümünün dua etmek ve dilek dilemek için camii'lere gitmeyi hiç düşünmüyor oluşu. İlk Aya Yorgi ziyaretimde dilediğim dileğimin gerçekleştiğine şahit oldum. Ama camii'ye gidip dilediğim dileklerimin de gerçekleştiğine şahit oldum. Bence buradaki önemli nokta insanların camii'lere gidip dilek dilemiyor oluşu. Yurtdışından ülkemizi gezmeye gelen turistler bile bizden daha çok camii gezip dua ediyorlar. Bunu bir şekilde kırmamız gerekiyor. Aya Yorgi Kilisesi bulunduğu nokta ve keyifli ortamı nedeniyle ilgi çekici orası kesin ama insanlarımızın bu gibi etkinlikleri camii'lerde de yapmalarını isterdim. ÖSS veya bunun gibi günler öncesinde yatırlara, türbelere gitmek ile o kadar meşgul oluyoruz ki gerçek inançlarımızdan ve doğru ibadetlerden çok uzaklaşıyoruz.

Kendinize bir iyilik yapın, isterseniz işin inanç tarafını bir kenara koyun ve Aya Yorgi Kilisesi'ne gidin. Hem iyi spor yapmış, temiz hava solumuş olursunuz hem de ruhunuz beslenir. Ben yaptım, dileklerimi diledim ve gelecek seneyi de iple çekiyorum. Seneye 23 Nisan'da Aya Yorgi'de görüşmek üzere...

8 Nisan 2009 Çarşamba

Eleştirel-Recep İvedik 2


Recep İvedik 2 ile ilgili eleştirilerime başlamadan önce bu filmi sinemalarda yaklaşık 4.5 milyon kişinin izlemiş olduğunu belirtmek istiyorum. Bu Türkiye şartlarında kolay kolay erişilemeyecek bir başarıdır. Gelin hep beraber bu başarının temel nedenlerine bakalım.

Recep İvedik kendini bir halk kahramanı olarak halkın içinden birisi olarak tanıtılıyor bize. Evet, sokağa çıkın otobüste, yolda, parkta bu tarz insanlara rastlarsınız. Nasıl insanlar peki bunlar? Görgü kurallarını, saygınlık, sosyal özgürlük, kadın-erkek ilişkileri, genel kültür vb. birçok konuda hiçbir bilgisi olmayan insanlar. Otobüste ya da minibüste otururken sürekli sizi rahatsız eden, yüksek sesle konuşan, yerlere tüküren insanların genel adı Recep İvedik oldu bugünlerde.( Sanki böyle söyleyince şirin görünüyorlar) Hatta siyasi tartışmalara bile taşındı bu isim. Recep İvedik'in bu kadar sevilmesinin altındaki temel gerçek insanların günlük yaşamlarında birçok nedenle yapamadıkları şeyleri Recep İvedik'in çok normal birşeymiş gibi yapabiliyor olması. Asıl ilginç olan nokta ise yolda böyle bir insan görseniz ayıplar " Ay terbiyesiz herif ya baksana neler yapıyor" dersiniz ama iş sinemada bunun esprisini yapıp satmak olunca insanlar paralarına kıyıp kahkahalarla gülüyorlar.

Recep İvedik eğer bir televizyon projesi olarak kalsa kimsenin sesi çıkmayacaktı. Ama olay sinemaya yansıyınca tepkiler de gelmeye başladı ki bence bu tepkiler son derece yerinde. 70-80 yaşında bir kadından argo konuşmalar(hatta küfürler) duymak ne kadar komik olabilir? Sokakta görsem maganda diyeceğim bir karakterin maceralarından kendime nasıl bir fayda çıkarabilirim. "Komedi filmi bu canım, gül geç işte çok kasma kendini" diyorsak bütün komedi filmlerinde sürekli birbirine küfredip karşısındaki insanı aşağılayan karakterler mi görmeliyiz? Komedi bu değildir.

Filmi izlerken üzüldüğüm bir nokta Şahan dışındaki oyuncuların bir bölümü Recep İvedik'ten dayak yiyor. Kafasına birşeyler düşenler, kafasına, omzuna darbe alanlar... Komedi bu seviyeye düşürülmemeli. Hadi birine çelme takalım sonra arkasında gülelim düşüncesi ile komedi filmi yapılmamalı.

İnsanların Recep İvedik'i Kemal Sunal filmlerindeki karakterlere benzetmelerini de hiç doğru bulmuyorum. Hiçbir Kemal Sunal filminde Recep İvedik'te olduğu gibi bir görgüsüzlük ve aşağılama yoktur.

Seyirci bu tarz filmlere prim verdikçe devamı da gelecektir. Yakın zamanda Recep İvedik Asker'de, Recep İvedik Okulda gibi filmler göreceğimiz aşikar.

Filmin yönetmenlik, oyunculuk, kurgu, senaryo gibi konularına hiç girmeye gerek görmüyorum (Her ne kadar emeği geçenlere saygı duysam da) ve Şahan'ın televizyondaki başarısına devam etmesini, sinemada bu tarz yapımlarla daha fazla yer almamasını umuyorum.

2/10

Gerçek komedi filmi izlemek isteyenler için birkaç öneri:

Back to the Future (Geleceğe Dönüş)

Dinner Game (Salaklar Sofrası)

Shaun of the Dead

Amelie

Bettle Juice (Beterböcek)

Wall-E

What About Bob? (Peki ya Bob?)

Pink Panther (Pembe Panter)

Dumb and Dumber (Salak ile Avanak)

30 Mart 2009 Pazartesi

Aç Mısın Tok Musun?



Ülkemizde ciddi hayran kitlesi olan iki yarışma programı var. Ben bu iki programı birleştirmeye karar verdim. Madem böyle ninniler, masallar gayet güzel bir şekilde izleniyor, beğeniliyor, o zaman ben de bu işe el atıyorum. Yeni yarışmamızın adı: Aç Mısın Tok Musun?

Kurallar basit. 23 kutu var (bkz. Lost-The Numbers) Her bir kutuda bir yemek var. Hepsi de o hafta en çok reklam ücreti veren lokanta ya da otelin aşçıları tarafından özenle yapılacak. Yarışmacı arkadaşın geçmişi ve ne tarz yemekleri sevdiği hakkında ufak bir vtr(videonun televizyoncası) gösterilecek. Böylece yarışmacıyı daha bir benimseyeceğiz, ailemize katacağız. Sonra yarışmacı teker teker kutuları gidip koklayacak ve içindeki yemeği tahmin etmeye çalışacak. Tahminleri tuttukça löp löp yiyecek. Büyük ödül de, o ünlü lokantada bir ay süreyle bedave yemek yemek olacak. (Abartmadan) Tabi yarışma süresince yedikleri de eşantiyon niyeti görecek.


Yarışmaya katılabilmek için kriterler çok basit. Vücut yağ oranı (%2 yağ oranını geçeni almıyoruz. Yassak!), kilo-boy oranları gibi özelliklere bakılacak. (Fizik süper olmalı yoksa izlemez insanlar tv'de böyle bir yarışmayı. Önemli olan çok fit birine yedirmek bu kadar yemeği. O kilo aldıkça biz daha bir şevkleneceğiz.)

Bir sonraki uğraşım Aç Mısın Tok Musun'u Kaynımı Evlendiriyorum programı ile birleştirmek. Önerilerinizi bekliyorum. İyi meditasyonlar...

15 Mart 2009 Pazar

Selami Stardust


Uzaylılar dünyaya saldırsa bizi bir tek kişi kurtarabilir!

Amerika? Hayır!

Jack Bauer? Hayır!

Selami Stardust? EVET!

Uzaylıların dünyaya saldırısı sonucu Ümraniye-Sarıgazi hattında minibüs şoförlüğü yapan Selami'nin tepesi atıyor ve minibüsünü modifiye edip uzaylılarla savaşıyor.

Çok basit oynanışı olan, son derece eğlenceli bir oyun Selami Stardust. Fonda çalan müzikler olsun, oyunun içindeki espriler olsun hepsi Türk halkına hitap ediyor. Denemeden geçmeyin...

Oyun için tıklayın: Selami Stardust

Fortyfox Blog

CREDITS:
Game Design & Story: Cem İşeri, Ümit Cankay

Artwork & Animation: Sabri Nasit Batllo
Programming: Ümit Cankay
Character Design: Begüm Dizici Batllo

Kısa Hikaye-Hayatın İçinden Doğal Maceralar

Yavaş yavaş, süzülür gibi aşağı doğru düştüğümü hatırlıyorum. Hayal meyal hatırladığım diğer birşey ise etrafımda benim gibi süzülen diğerlerinin de olduğuydu. Yalnız değildim...

Gözlerimi açtığımda bir dağın tepesindeydim ve her taraf bembeyazdı.. Güneş gözümü aldığı için yukarı bakamıyordum. Kamaşmış gözlerimle etrafıma baktığımda benim gibi birçok kişiyi gördüm. Hepimiz yeni yeni uyanıyor ve içinde bulunduğumuz durumu çözmeye çalışıyorduk. Çok kalabalıktık. Hareket etmek imkansız gibiydi. Herkes birbirine neler olduğunu soruyordu. Anlamsız durumu çözmeye çalışıyorduk. Bir anda buraya ışınlanmadık ya!

Bağıranlar, ağlayanlar, sinirden gülenler, her türlüsü buradaydı. Ben sessiz kalmayı tercih etmiştim. Olacakları bekleyip görmek istiyordum. Aniden çok şiddetli bir ses geldi gökyüzünden. Kısa süre önce güneşten yukarı bakamazken gökyüzünün bir anda kapkaranlık olduğunu ve sanki çok sinirliymiş gibi ani hareket ettiğini gördüm. Aslında ne kadar sürede gökyüzünün bu hale geldiğini bilmiyorum. Zaman kavramı çok anlamsızlaşmıştı benim için.

Gökyüzünden gelen sesler artık iyice artmıştı. Birşeyler olacağını anlamıştık. Sonra gökyüzünden birşeyler düşmeye başladı. Bize benziyorlardı ama aynı zamanda çok farklıydık. Bağırarak aşağı düşüyorlardı ve bize tutunmaya çalışıyorlardı. Sayıları çok fazlaydı ve artık bulunduğumuz yere sığamıyorduk. Durmak bilmeden geliyorlardı. En sonunda birbirimizden kopmaya başladık ve bayır aşağı yuvarlanıyorduk. Dağın tepesinden aşağı doğru yuvarlanıyor, taklalar atıyorduk. Tutunmaya çalıştım ama başaramadım. Sürekli düşüyorduk. Sanırım öleceğim diye düşünmeye başladım. Biz aşağı düşerken gökyüzünden gelmeye devam ediyorlardı. Tanrım daha ne kadar süre böyle devam edecek? Bulunduğum yerden dağın tepesini görebiliyordum. Artık beyaz değildi... Üstüme doğru birşeyin geldiğini gördüm. Binlercesi belki de daha fazlası... Bana çarptılar...

Gözlerimi açtığımda hep beraber bir çukuru doldurmuştuk. Çok ciddi tehlikeler atlatmıştım ama bir yorgunluk ya da bir ağrı hissetmiyordum. Gayet zindeydim. Etraftakilere durumlarını sordum. Aramızda gökyüzünden hızlı düşenler olduğu gibi, dağın tepesinde bulunup diğerlerinin gelişiyle bulunduğu yerden düşen ve kendini burada bulanlar da vardı. Bir an hepimizin birbirimize ne kadar da çok benzediğini gördüm. Belki buraya geliş amacımız ve geliş yöntemlerimiz farklıydı, farklı şeyler yaşamıştık ama hepimiz şu anda aynı durumdaydık.

Aradan bir süre geçti. Ne kadar bilemiyorum. Bu gibi durumlarda zaman kavramı çok anlamsızlaşıyor demiş miydim? Bir ses daha duymaya başladık ve kontrolümüz dışında bir tarafa doğru çekildiğimizi hissettik. Karşı koyamıyorduk. Birbirimizi sıkıca tutmaya çalıştık, bizi çeken şeyden kaçmaya çalıştık ama çok güçlüydü dayanamıyorduk. Bizi içine çekecekti, artık herşey bitmişti. İçine doğru çekildiğimiz şey kocaman yuvarlak ve kapkaranlık birşeydi. İçinde bizin neyin beklediğini bilemiyordum ama ona karşı koyamıyordum. Kaderime razı olmuştum. Bizi içine çeken kocaman yuvarlak içinde yolculuğumuz boyunca hiçbirşey görmedim. Her taraf simsiyahtı. Hepimiz birbirimizden kopmadan ilerlemeye çalışıyorduk ama içinden geçtiğimiz herneyse sürekli aşağı yukarı sağ sol yön değiştirip bizi savuruyordu. Tutunmak imkansızdı.

Uzun bir yolculuk sonrasında ışığı görmüştüm. Sanırım çıkışa yaklaşmıştık. Işığın rengi bir garipti. Maviydi. Çıkışın aslında başka bir bölüm olduğunu o zaman anladım. Mavi renkli bir çeşit kutudaydık. Bir kısmımız bu kutuya girerken bizden önce gidenlerin başka bir kutuda bizim önümüzde olduğunu, arkamızdan gelenlerin de arkamızdaki kutudan bize baktıklarını gördüm. Etrafta bu mavi kutular içinde bizden binlerce belki de daha fazlası vardı. Bu mavi kutuları bizlerle dolduruyorlardı. Bizi bu kutulara hapsediyorlardı sanki. Hepimiz korkuyorduk. Artık sonumuz neyse onun en kısa zamanda gerçekleşmesini umuyorduk.

Mavi kutudaki yolculuğumuz boyunca bir çok yer gördük. Kendimiz dışında başka şeyler de gördük. Devler vardı mesela. Bizi taşıyan iki kollu iki bacaklı devler. Bizi omuzlarında taşıyıp kutumuzun yerlerini değiştiriyorlardı. Anlamadığımız bir dilde konuşuyorlardı. Çok uzun süre aynı ortamda bulunduğumuz için bu kutu bizim için ev gibi olmuştu. Biz bir aileydik. Artık herkes birbirini tanıyordu. Kısa hayatım boyunca eve en yakın yer burası olmuştu benim için. Bu mutlu aile tablosu sonsuza kadar sürmedi elbette. Bizi ayırmaya başladılar... Ailem, evim dağılıyordu...

Bu sefer daha ufak bir yuvarlaktan bizi belirli aralıklarla çekmeye başladılar. Sıra bana da gelmişti. Mavi kutudan ayrılışım işte böyle oldu. Bu sefer beyaz bir kutudaydım. Bu kutu mavi kutudan çok daha küçüktü. Bir devin bize doğru yaklaştığını gördük şeffaf beyaz kutunun içinden. Bizi eline aldı ve bir karanlık daha. Bayılmışım...

Devin bize ne yaptığını bilmiyorum ama üstüme başıma bakınca bayağı pislendiğini gördüm. Etrafımdaki herkes pislenmişti. Kimse devlerin onları eline aldıktan sonrasını hatırlamıyordu. Hepimiz için baygınlık kaçınılmaz olmuştu o an için.

Sayımız gittikçe artıyordu. Artık bir topluluk olarak ilerliyorduk. Gittikçe genişleyen bir topluluk. Sayımız artıyordu ve artık sona doğru yaklaştığımızı da hissediyorduk.

Hayatımda gördüğüm en büyük çukuru doldurmuştuk. Hepimiz burada toplanıyorduk. Sanki burası bizim için yapılmış gibiydi. Huzurluyduk burada. Birbirini uzun zamandır görmeyenler kucaklaşıyordu. Tanıdıklara selamlar veriliyor, neler yaşadıkları birbirlerine anlatılıyordu. Kafamızdaki bütün soru işaretlerinin cevaplanacağını biliyorduk. Çok az kalmıştı.

Tekrar güneşi gördüm. Gözlerim kamaşmaya başladı. Bu sefer farklıydı. Güneş bizi kendine doğru çekiyordu. Karşı konulmaz bir şekilde ilerliyordum. Bunun son olduğunu herşeyin cevaplanacağını biliyordum. Cevaplarıma, mutluluğuma, benim ilk ve son arkadaşıma güneşe doğru ilerliyordum.
Güneşe doğru mayışmış bir şekilde ilerledim. Mutluydum, huzurluydum. Görevim, yaşama amacım sona ermişti. Devlerin bizi taşırken sürekli söyledikleri bir kelime vardı. Belki de ismimiz buydu bizim; "Su".

Neden bunca şey yaşadığımı güneşe vardığımda birisinin bana anlatacağını umuyordum. Güneşe yaklaştıkça gözlerim kapanmaya başladı ve en sonunda bayıldım.

Gözlerimi açtığımda; yavaş yavaş, süzülür gibi aşağı doğru düştüğümü hatırlıyorum. Hayal meyal hatırladığım diğer birşey ise etrafımda benim gibi süzülen diğerlerinin de olduğuydu. Yalnız değildim...

Eleştirel-The Big Bang Theory


The Big Bang Theory

En son söylemem gerekeni en başta söyleyeceğim: Son yılların yapılmış en yaratıcı sit-com'larından birisi ile karşı karşıyayız!


Başrollerinde Johnny Galecki(Leonard), Jim Parsons(Sheldon), Kaley Cuoco(Penny), Simon Helberg(Howard) ve Kunal Nayyar(Rajesh)'in oynadığı The Big Bang Theory, aynı evi paylaşan Sheldon ve Leonard ile sürekli birlikte vakit geçirdikleri Howard, Rajesh ve karşı komşuları Penny arasında geçiyor. Ayrıca bir çok da yan karakter karşımıza çıkıyor. Genel anlamıyla hikaye; akademik hayatı seçmiş antisosyal dört arkadaşın hayatları ile Leonard ve Sheldon'un karşısına taşınan ve aktris olmak isteyen Penny'nin yaşadıklarından oluşuyor.

Sheldon son derece kuralcı bir insandır. Hayatı bir düzen ve prosedür içinde yaşar ve herşeyin kitaplarda olduğu gibi yaşandığını sanar. Bu durum etrafındaki insanları çileden çıkarır ama Sheldon bunu hiçbir şekilde anlayamaz.

Leonard içinde bulunduğu durumdan rahatsız olmaya başlamış ve kabuğunu kırmak isteyen birisidir. Sheldon'un tavırlarına dayanıklı olmayı öğrenmiştir.

Penny dizide aptal sarışını bize gösterir. Aktris olmak ister ama garsonluğun ötesine geçememiştir. Erkek arkadaşları ile ilişkileri hep felakettir. Bu dört antisosyalin yaşam tarzı onun için çok terstir.

Howard dizideki en eğlenceli karakterlerden birisidir. Sürekli kızlara sulanır ama yöntemleri hep yanlış ve iticidir. Annesiyle beraber yaşar ve dört arkadaş içinde doktorasını bitirememiş tek kişidir. Aynı zamanda yahudidir.

Rajesh hintlidir. En büyük özelliği utancından asla ve asla kızlarla konuşamamasıdır. Eğer içinde bulunduğu ortamda bir kız varsa, arkadaşları ile sadece kulaktan kulağa konuşabilir. Dizi ilerledikçe Rajesh kızlarla konuşmak için yeni yöntemler peşinde olacak.

Karakterlerin her biri tek başına bir dizi oluşturabilecek seviyedeler. Hepsi bir acayip. Bu kadar ilginç karaktere rağmen dizide en ağırlıklı karakter Sheldon'dır. Diziyi izledikçe siz de yazarların neden Sheldon'a yüklendiğini göreceksiniz. :)

Oyunculuklar müthiş. Her karakter sizde ayrı bir tat bırakacak. Dizinin geçtiği mekanlar da çok hoş ve iyi dizayn edilmiş. Dizide çok hoş detaylar var. Mesela her karakterin kendine has bir giyim tarzı var. Giyim tarzlarının nasıl olduğunu burada yazmayacağım ki siz izleyip kendiniz gözlemleyin.

Beni Seinfeld'den sonra en çok güldüren dizi olduğunu söyleyerek bu diziyi kaçırmamanızı öneriyorum.

10/10

Not: Dizi aynı zamanda cnbc-e'de de gösteriliyor.

IMDB

17 Şubat 2009 Salı

Hayattaki En Mutlu İnsan Olmanın Altın Kuralları

-Etrafınızda olan biten herşeyi bilmek zorunda değilsiniz.
-Asla mükemmelliyetçi olmayın.
-Kendinize haksızlık etmeyin.
-Programlı bir yaşamınız olsun.
-Farklı tarzlarda müzikler dinleyin.
-Arada sırada vurdumduymaz olmaktan çekinmeyin.
-Kendinize mutlaka zaman ayırın. Sevdiğiniz şeyleri yapmak için boşluklar yaratın.
-Düzenli spor yapın. Hayır!! Ev-iş, ev-okul arası gidip gelmek spor değildir!
-Ailenizle daha çok vakit geçirmeye bakın. Herşey gelip geçici ama aileniz herzaman sizin için orada olacak.
-Sevdiğiniz işi yapın.
-Para mutluluk getirmez ama mutluluğa ulaşmak için bir araç olarak kullanılabilir. Kıymetini bilin.
-Kendinize bir hobi edinin. (Hayır, internettte dolaşmak bir hobi değildir!)
-İnançlı bir insan olun. Her konuda...
-Limitlerinizi zorlayın.
-Korkularınızla yüzleşin.
-Eksikleriniz olmasına rağmen kendinizi bunlarla sevin. Kendini olduğun gibi kabul et.
-Özgüvenini sarsacak herşeyden kaçının. Çok basit bir örnek vermek gerekirse; Eğer yırtık bir çorap giyserseniz ayakkabınızı hiç çıkarmayacak olsanız bile o yırtık çorap aklınızın bir köşesinde sizi rahatsız eder ve bu da dışarıya bir şekilde davranışlarınızla yansır.
-Kitap okuyun.
-Yeniliklere açık olun. Monotonluktan kurtulmaya çalışın. Yeni bir çikolata mı çıkmış? Hemen deneyin. Eski favori çikolatanız her ihtimale karşı sizi bekliyor olacak. Peki ya yeni olan eskisinden daha güzelse? Hiç denemezseniz nereden bileceksiniz?
-Kavrayışınız herzaman kuvvetli olsun. Pratik çözümler üretip algılarınızı açık tutmaya çalışın.
-Mutluluk kişiden kişiye değişir. Kendi mutluluğunuzu nasıl sağlayacağınızı sadece kendiniz bilebilirsiniz. Yani boşuna okudunuz bütün yazıyı :)

13 Şubat 2009 Cuma

Bir İnşaat Mühendisi Gözüyle Yerel Seçimler ve Sonrasında İstanbul


29 Mart'a az kaldı. Yerel seçimler kapıda. Hepimiz demokratik haklarımızı kullanıp belediyelerimizi yönetmeleri için bazı insanlara yetkiler vereceğiz. Herkes kendi özgür iradesi ile seçimini yapacak. Kendince gerekçeleri ile haklı gördüğü kişileri seçecek.

Peki İstanbul için yapılması gerekenler nelerdir? Bu kadar göç alan bir şehir nasıl idare edilmelidir? Bu sene seçime katılacak partiler ve adayları nasıl değerlendirilmeli?

İstanbul, idaresi son derece zor bir şehirdir. Altyapısı tamamlanmadan yerleşime açıldığından şehrin her yerinde sorunlar görülmektedir. Google Earth ile dünyanın her yerini görebiliyoruz. Üşenmeyip İstanbul'u bir tuttuğumuz dünya şehirlerine bir bakarsak yerleşim nizamındaki düzenliliği görebiliriz. İstanbul kötü yapılaşmaya çarpıcı bir örnektir.

İstanbul'da belediye başkanı olabilmek için varoşlar tabir edilen yerlerin oylarını almak gerekmektedir. Bu bölgeler çarpık yapılaşmanın görüldüğü yerlerdir. Altyapı eksikliği yüzünden her kış sel baskınları görülür. Seçim önceleri genellikle buraya göstermelik bir yardım yapılır ve oy toplanmaya çalışılır. Ne yazık ki Türkiye'de tüm çalışmalar seçim takvimine göre yapılır. Yardımlar seçim öncesi yapılır. En önemli düzenlemeler özellikle seçime yakın dönemlerde bitirilir ki belediyeler çalışıyor izlenimi verilsin. Ne yazık ki ülkemizde oy kaygısı belediyeciliğin kötüye kullanılmasına neden olmaktadır.

İstanbul'da varolan bir ulaşım sorunu olduğunu herkes biliyor. Bu sorunla ilgili türlü türlü öneriler ortaya atılıyor. Bugün gelişmiş ülkelerin hepsi motorlu taşıtlar yerine raylı sisteme geçmiştir. Türkiye ise bu geçişte çok geri kalmıştır. Bunun da nedeni master plan tabir edilen kısa-orta ve uzun dönem stratejilerinin Türkiye için sadece kısa dönem için yapılıyor olmasıdır. Hiçbir belediye 10-20 yıllık plan yapmaz. Herkesin hedefi günü kurtarmaktır. Çok sevdiğim bir laf vardır; Türkiye'de kısa dönem bugün, orta dönem bu hafta, uzun dönem de gelecek haftadır.

İstanbul'un her tarafına metrobüs hatları döşeniyor. Metrobüs yollarının maliyetleri düşüktür ama araçların maliyetleri yüksektir. Raylı sistemde ise başlangıç maliyeti çok yüksektir ama uzun vadede bu kazanca dönüştürülür çünkü raylı sistemin ulaştırma maliyeti düşüktür. Yıllar geçtikçe metrobüslerin yakıt masrafı olacaktır. Bakım masrafı olacaktır. Raylı sistemde ise bunlar çok düşüktür. Uzun dönemli plan yapılacak olsa İstanbul'un bu kadar metrobüs hattına değil raylı sisteme ihtiyacı olduğu görülür ve doğru yatırımlar yapılırdı. Burada da günü kurtarma telaşının izlerini görebiliyoruz.

Tarihi yapısı çok kuvvetli olan İstanbul'a gelen yıllık turist miktarının mutlaka arttırılması gerekmektedir. 2007 itibariyle 6.5 milyon olan turist sayısının 10 milyona çıkartılmasına uğraşılmalıdır. Özellikle kongre turizmine çok uygun olan İstanbul'da kongre salonlarının arttırılması gerekmektedir.

Halkın spora ve kültür-sanat'a yönlendirilmesi için olanaklar arttırılmalıdır.

Günümüz koşullarında İstanbul'a olan göç kontrol altına alınamaz bir boyuta gelmiştir. Şehir artık kendini aşmış diğer şehir sınırlarına kadar yayılmıştır. Son dönemlerde yapılan site tarzı apartmanlar şehir merkezinden uzak boş arazilere yapılmak zorunda kalınmıştır. İstanbul çok kalabalık bir şehir olsa da yüzölçümü çok da büyük değildir. Göçü engellemenin tek yolu yerel değil ulusal politika ile mümkündür. Diğer şehirlerin gelişmesi sağlanmalı ve insanların İstanbul'da bulduğu olanaklar diğer şehirlere de sağlanmalıdır. Tek yöntem budur.

Bu sene seçimin AKP ve CHP arasında geçeceği söyleniyor. Biraz inceleyelim.

AKP geçen seçimde belediye başkanlığını kazanan Kadir Topbaş ile yola devam kararı aldı. Hakkında birçok iddia olduğunu biliyoruz. Özellikle rant amaçlı arsa satışları veya imar planı değişikliklerini basından takip ediyoruz. Doğruyu söylemek gerekirse bu tarz olaylar her parti döneminde olmaktadır. Bu bir Türkiye gerçeğidir ve bunun yıkılması gerekmektedir. Ak Parti döneminde bu rantın çok arttığı iddiaları var. Kadir Topbaş'ı dinlediğimizde yaptığı hizmetlere devam edeceklerini ve İstanbul'a daha önce yapılmamış şeyler yaptıklarını söylüyor. Doğrudur. Metrobüs kimsenin yapmak isteyeceği birşey değildir ve kısa dönem için çözüm olmuştur ama bu yanlış bir çözüm yöntemidir. Metro ağının genişletilmesi doğru bir harekettir ama yeterli değildir. Sistemler arası entegrasyon şartı henüz sağlanmamıştır. Deniz ulaşımı yeterli seviyeye çekilememiştir. İSMEK ve İSPARK doğru hamlelerdir ve ihtiyaç görünen noktalarının çözümü olmuştur. Kadir Topbaş'ın bir dönem daha yönetimde kalması durumunda; metrobüs ağında büyüme, altyapı sorunlarının devamı, yolsuzluk dosyalarının çoğalması beklenen olumsuzluklardır. Olumlu tarafa bakarsak şu anki yönetimden memnun olanlara, aynı yönetim biçiminin devam edeceğini söyleyebiliriz. İstikrar sağlanmış olacak.

CHP, Kemal Kılıçdaroğlu dedi. Açıkçası bu isim sürpriz değildir. Kılıçdaroğlu ismi partisini de aşmıştır. Belediye başkanlığı kendisi için bir mevki kaybı gibi görünse de İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ni alabilmek CHP için çok büyük bir adım olacaktır. Kılıçdaroğlu güvenin, dürüstlüğün temsilcisi olmuştur ve bunu savunarak oy istemektedir. İstanbul Belediyesi'nde ne kadar başarılı olcağını bilemeyiz. Projelerini de henüz açıklamadı ama Kadir Topbaş ile ilgili elimde dosyalar var sözü bile en büyük silahının yolsuzluk yapmadan belediye yönetmek isteği olduğunu görebiliriz. Sırf bunun için bile oy kazanabilir. Bir belediye yönetimi için yeterli midir? Onu zaman gösterir ama en azından şeffaf yönetim adına bir adım atılmış olur. En büyük artısı da budur. Eksisi ise belediyecilik konusundaki tecrübesizliğidir.

Tek Cümle

İnsanın hayatta yalnız olduğu tek yer kendi beynidir.

9 Şubat 2009 Pazartesi

Arkadaş İlanı

Truva Savaşı ve o döneme ait bilgili olduğunu iddia eden ve bu konuda bana yardımcı olabileceğini düşünen arkadaşlar aranıyor.

Aranılan Özellikler

-Hayatından en az 1 kitap okumuşlar tercih sebebidir.
-Erkek adayların askerlikle ilişiği olmamalıdır (??)
-Bayan adayların bir mayolu, bir profil, bir de portre fotoğraflarını göndermeleri gerekmektedir.
-Truva'nın bir filmden öte olduğunu bilmek gerekebilir.
-7'den 77'ye herkes katılabilir.
-Çekilişsiz kurasız.
-Katılan herkese bir adet buzdolabı poşeti, bir adet elektrik süpürgesi motoru ve bir adet de musluk suyu hediye edilecektir.
-Oyunuzu bana verin.
-Yeter bu kadar.

2 Ocak 2009 Cuma

Hadise ile Düm Tek Tek


TRT'nin yılbaşı sürprizi Eurovision 2009 şarkısıydı. Diğer kanalların şaka gibi programlar yayınladığı yılbaşı gecesinde herkes kaçışı Hadise'de buldu.

TRT'nin Hadise hamlesi doğru bir hamleydi. Bunu kabul etmek gerekiyor. En azından denenmesi gereken bir adımdı. Bu deneme başarısızlıkla sonuçlanırsa bir daha aynı tarz birisini yollayacaklarını düşünmüyorum.

Şarkıyla ilgili konuşmadan önce Hadise'nin Beyonce, Helena P. ve hatta Shakira özentisi göründüğünü söyleyebiliriz. Eh ben bunda pek bir sakınca göremiyorum. Evet gerçekten bir benzerlik var ve bu kötü birşey olarak görülmemeli. Sonuçta bu bir yarışma ve günümüz pop ikonlarının örnek alınması son derece mantıklı. Zaten Hadise bu saydığım isimlerden farkını Türk ezgilerini kullanarak ortaya çıkarıyor. İngilizce telaffuzu gayet iyi bu konuda da bir problem yok. Dans figürleri vasatın çok altında ama yarışmaya kadar çok daha iyi olacağına eminim. Hem kareografi hem de dansçı seçimleri bende çok aceleye getirilmiş izlenimi uyandırdı. Sanki çekimden 2 saat önce hazırlanmış.

Şarkıya gelirsek;

/Copy Helena /Paste in Turkey= Hadise

Şarkının kısa özeti budur. Şarkı akılda kalıcı bir ezgiye sahip. Eurovision standartları için yeterli. Şarkının zirve noktalarının yeterince yüksekte olmadığını düşünüyorum. Dinlerken " İşte şimdi zirve yapacak" diyorum ama şarkı aynı ritmde devam ediyor. Nakarat kısmı biraz daha vurgulu ve yüksek olmalıydı.

Sonuç olarak Eurovision için son derece yeterli bir şarkı. Her ne kadar Eurovision'da halk oyları pek gerçeği göstermese de her sene kazanan şarkıların farklı ülkelerden olması iyi bir şarkının her koşulda başarılı olacağını gösteriyor. Athena'dan sonra bir ilk üç neden olmasın. Bu şarkı bu potansiyele sahip.